Başlığımızda her kadın ayrı bir dünyadır dedik. Şöyle devam edelim; şayet var ise bir güzelliği bu dünyanın ya kadındandır ya kadında mana bulur ya da kadının elinde güzelleşmiştir. Kadınsız bir dünyada beğenilme arzusunu yitirmiş erkekler, acaba tırnaklarını kesip, dişlerini fırçalama zahmetlerinde bulunurlar mıydı? Acaba kadınsız bir dünyada ku-yumcu ustaları, dekoratörler, moda tasarımcıları ve benzeri meslek dalları bu kadar revaçta olur muydu?
Aslında yüce yaratan kadına değer verilmesi-ni murad ettiğini, gerek yaradılış sebeplerine dair sırlar içerisinde, gerek Kura’n-ı Kerimde geçen birçok ayeti kerimede, bizlere ayan etmiş, hatta peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) hayatında bu gerçeği görmemizi sağlamıştır. Fakat hayatın olağan seyri, dünyanın telaşesi olarak adlandırılan debdebe, teknolojinin baş döndüren hızı ve insanlığın önüne geçilemez hırsı, maalesef bu gerçeklerin üzerini örtmüştür. Dolayısı ile kadın, tarih seyri boyunca dönem dönem önemsenmişse de çoğunlukla adeta köle ya da obje olarak görülmekten pekte kurtulamamıştır. Yaradılış sebeplerine eğilip baktığımızda; Allahu Teala Hazretleri'nin Peygamberin (sav) ağzından buyurduğu, "Habibim Sen Olmasan Alemi Yaratmazdım" kutsi hadisinin yanı sıra, “Bilinmez Bir Hazine İdim Bilinmeyi Murad Ettim Alemleri Halk Ettim (Yarattım)” kutsi hadisini göze çarpan en belirgin deliller arasında sıralayabiliriz. Yani aslında Rabbil Alemin'in alemleri başlıca yaratış sebebi, aşkı kullarına yaşatmaktır diyebiliriz. Kullar bir ayineyi ilahiden seyrettiği, Esmaül Hüsna'sının, ya da Sıfatı Barisinin tecellilerini müşahede edip tanıdığı, Allahu Teala Hazretlerine aşık olacak, kanaatimce Allah’ın murad ettiği bu olsa gerek.
İnsan; ruh yönü ile Halifetullah yani Allah'ın yer-yüzündeki halifesi sıfatını taşımaktadır. Ruh cevheri bir nevi Allah'ın yer-yüzündeki aynasıdır. İman yerleşmeden önce saydam bir cam gibi olan kalp, kul iman ettiğinde, arkasında sır bağlanmış gibi olur, yani iman etmezden önce bir cam mesabesinde olan kalp, iman ile tanıştığında Allah'ın tecellilerine mazhar olma lütfuna hazır hale gelmiş, Rabbin aynası konumuna geçmiş olur. İmanın girmesi ile beraber arkasına sır vurulmuş bir cam gibi aynaya dönüşen kalp, yapılan ibadeti taatlarla, İstiğfar, salatu selam ve zikirler ile cilalanarak yüzü de aydınlanır ve artık o kalp, Rabbin aynası olabilme lütfu ile karşılaşmaya müktedir bir kalp olmuş demektir. Peki maksud olan Alla’ın aynadan yansıması için ne yapmak gerek, işte tam bu noktada bir başka imanlı kalbe ihtiyaç var demektir. Kalbi imana açılmış bir kişinin kalbi ile kalbini rabt edemezse kişi, yani aşık olmazsa Allah'ın tecellileri-ne mazhar olması, kalbinde olanı biteni müşahade edebilmesi oldukça zorlaşır. Dolayısı ile aşkı yaşamayan bir kalbin, Allah'ı layıkı ile tanıması, perdeleri aralayarak Rabbil Aleminin Esma-i İlahilerin tecellilerine şahitlik etmesi, O esmaların sırlarına vakıf olması oldukça zor belkş de imkansızdır. E tanımadığı bir Allah'a da layıkı ile hürmet ve kulluk etmesi ya da aşık olması bi hayli zor olacaktır. Yani "Hiç Bir Yere Sığmam Mümin Kulumun Kalbine Sığarım" Hadisi Şerifi gereği aslında Allah'ı başka adreslerde arayanların yaşayacağı hüsran kaçınılmaz olacağı gibi, yine bir müminin kalbinden tecelli alamayan bir kişinin, Rabbil Alemini tanıyabilme şansı yok denecek kadar azdır. Zira O'nun büyüklüğü tasavvur edilemez, kelimelere dökülemez, ancak müşahede edilebilir. O’nu anlatmaya hiç bir kitap yada yazı güç yetiremez. Hiç bir düşünür O'nu tefekkür yada tasavvur ederek bulamaz, ya da azametinin derecesine hiç bir akıl sahibi akıl erdiremez. O ancak bir Mümin'in kalbinden seyredilerek tanınabilir. Bunun için de gereken, bir müminin kalbi ile kendi kalbinin arasına rabıta sokmak ile mümkündür. Bu sebeple aşk, aslında yaradılış sırrını anlamak isteyenlerin ve Allah'a ulaşmayı, O'nu tanımayı dileyenlerin vazgeçemeyeceği yegane adrestir diye düşünüyoruz.
Aşk madem ki insanoğlunun ekmek gibi, aş gibi bir ihtiyacının ötesinde zaruriyetidir, o halde aşkı yaşamaya mecbur edilmiş erkekler kadınlara, kadınlarda aynı şekilde erkeklere bir nevi muhtaç yaratılmışlardır. Burada konunun makalemiz ile ilgili bölümüne gelecek olursak, kadın, aşkın gönlüne erkekten daha çok yakıştığı aşikar olan varlıktır. Kadın; tarih boyu aşkın sadakatle hiç kuşkusuz buluştuğu, aşka mana katan taraf olmuştur. Aşk Ehline göre, zincirlere vurulan Mecnun’s, zincirler dikenli teller, Leyla'ya ipeklerin battığı kadar batmamış, Mecnun'un canı Leyla kadar yanmamıştır. Yani Leyla aslında Mecnun'dan daha çok sevmiş ve acı çekmiştir, lakin namı yürüyen Mecnun olmuştur. Yiğitlik çöllere düşmek, vahşi hayvanlarla iç içe yaşamak değil, yiğitlik; her türlü bolluğa, afiyete, gösterilen ilgi ve itibara rağmen Mecnun'u bekleyebilmekte başkasına teslim olmadan Hakka göçebilmekte idi. Yiğitlik; aşkını yedi cihana duyurup, yüzyıllarca konuşulmasını sağlamakta değil, yiğitlik aşkın ateşini yüreğinde bin bir hararet ile hissederken, O'nu gizleyebilmekte idi. Yani aslında hayâsından, Mecnun’uda tutuşturduğu bilinen, içinde taşıdığı yangınını örtse de, Leyla; Mecnun’dan aşk için daha elverişli idi ve aşkına daha sadıktı. Zaten aşk kadının zarafetini, letafetine, şefkatini arttıran ve kadının üzerinde daha güzel duran bir elbiseye benzetilebilir. kadında daha güzel bunun yanısıra kadın aşkı daha yoğun yaşayabilmeye elverişli yaratılmış diye düşünüyorum. Sırf bu yüzden erkekler kadınlara pozitif ayrımcılık yapmaya mecburdurlar aslında. Kadının hiç dahlinin ya da tasarrufunun olmadığı bir dünyayı tasavvur etmek dahi istemiyoruz.
Siz okuyucularımızın da bir an düşündüğünde nasıl bir dünya ile karşılaştığını tahmin edebilmek hiçte zor olmasa gerek. Kadın dünyanın tek değilse bile en önemli mutluluk kaynağı değil mi? Bir an düşünsek, dünyaya geldiğimizden bu yana, en mutlu olduğunuz anları gözümüzün önüne getirme-ye çalışsak; kendimizi ya annemizin kucağında, ya da yarimizin dizlerin-de bulacağımızdan hiç kuşku etmiyoruz. İnsan ilk mutluluğu, doğar doğmaz annesinin göğsünden sütü emdiği an tadıyor, daha sonra ilk gençlik yıllarına dek, huzuru bulduğu tek adres, yine annesinin dizinin dibidir ya da göğsüdür. İlk gençlik yılları ile birlikte, isyan dönemi başlayan insan, adeta yeryüzüne meydan okurcasına mutluluğu arar. Bu sırada tanıdığı bir hanımefendinin gözlerinden damıtır mutluluğu, yine bir kadının sinesinde avutabilir ancak gönlünü ve aşık olduğu kadınla geçirdiği zamanları sayar, en mutlu olduğu anların arasına. Sevgilinin kalbinden tecelli eden Allah’ı tanır aslında zamanla. O’da bilmez çoğu kez, tanıdığı sevgili midir? Yoksa sevgili sandığı kendisi midir? Yani sevgilide kendi-sini mi sevmektedir? Yoksa günbegün sevgiliye benze-yip ondamı kaybolmaktadır bilinmez. Lakin sevgilide vahdeti(Tekliği) bulacağı kesindir. Tabi ki bu sevme hususunda arif olabilmiş, sonuna dek usanmadan sevebilmişlerin yaşayabileceği bir haldir. Zira aşk, kalbin zamanla layık olma halinden uzaklaştığını görürse o yüreği terk edebilir.
Kalbin; aşkı konuk edebilecek özelliklerden uzaklaşması halinde, aşk yerleştiği kalbi derhal terk eder. Aşkı yaşayan kalbin sahibinin, sadakati terk etmesi, sevgilide eksik yada kusurlar görmesi,(aşığa maşukun her hali sevgili gelir) sevgiliden soğuması, Onunla uzleti terk etmesi gibi haller zuhur eder ki, bu haller aşkın o gönülden kalkıp uzaklaştığının işareti ya da alameti niteliğindedir. Yani aşkın yeşerdiği bir kalbin sahibinde, yukarıda zikrettiğimiz(sadakatsizlik, eksik ya da kusur bulma v.s.) haller asla meydana gelmez. Bu haller meydana gelmiş ise şayet, ya aşkın yanılsamasıdır yaşanan, ya da belli bir süreden sonra zuhur ederse bilinsin ki aşk o gönlü terk etmiştir. Lakin aşk ölümsüzdür derler. Peki bu sözle bir önceki cümle arasındaki tezatı nasıl izah edersiniz diye sorarsanız, evet aşk ölümsüzdür ancak kalp aşkı taşıma liyakat ve kabiliyetini yitirdiğinde o kalbi terk ederek gider başka bir kalpte, yeniden hayat ve vücut bulur. Aşk kesinlikle durağanlığı sevmez, durağanlığın, yalanın, riyanın yada şüpheye sebep olabilecek gizliliğin, bulunduğu kalbi terk eder. Bu sebeple aşk ehlinin âşıklara en önemli tavsiyesi, aşkı yakalamışlarsa şayet kadrini bilmeleri, karşılıklı olarak birbirlerine karşı şeffaf , dürüst aynı zamanda anlayışlı olmaları ve aşkı asla durağanlığa terk etmemeleri, gerek güzel sohbetlerle, gerekse jest ya da iltifatlar ile diri tutmalarıdır.
Fardında iseniz, kadını tarif etmek için girdiğimiz mevzuda, adeta neredeyse kadın yerine aşkı tarif etmiş olduk. Aslında bu durumm bile kadının ne kadar muazzez ve mukaddes varlıklar olduğunun izharıdır. Aşkın tarifini başka bir makaleye bırakarak, kadını tarife dönelim. Kadın; tabiri caizse daha doğuştan torpilli bir varlık. Öyle ki, kız evlat doğurursa bir kadın, kendisine köle eşine ise sultan doğurmuş demektir. Kız evlat babanın sultanıdır, baba kızının her şeyinden mükelleftir, annenin ise mükellefiyeti babaya oranla yok denecek kadar azdır. Oysa annesi olarak, kadının doğurduğu çocuk erkekte olsa kızda olsa, o kadın annedir ve evlat için Cennet O’nun ayaklarının altındadır. Yani cennete gitmek isteyen bir evlat, evvela annesinin rızasını kazanmak zorunda olup, ayaklarının altından öpme pahasına da olsa annesini mutlu etmeye mecbur. Kısaca kadın kendisine köle doğuran bir varlık, doğan çocuk kız ise babasına sultandır, bu hal ta ki kız evlenene dek sürer gider. Nihayet evlenir fakat bekarlığı ile beraber sultanlığı sona ermez. Zira kadın bu kez kocasına ve evine sultan olur. Burada vurgulanması gereken bir cümle var ise o da şudur; Doğan bir kız çocuğu ise doğan da doğuran da sultandır.Yok doğan erkek evlat ise doğuran kendisine köle doğurmuş bir sultandır.
Aşkı yıllarca yaşamış bir büyüğümüzün ifade ettiğine göre; evli erkekler için; “Yuvayı dişi kuş yapar” atasözünün gereği, kendi yuvasını kuran kadına hak ettiği saygıyı, ilgiyi göstermeyen, kadınının ruhunu, kalbini, tenini, vücudunu doyurmayan bir erkek, ne yaparsa yapsın, aslında namusunu koruyan, sahip çıkan bir erkek değildir. Bu noktada; karnı, kalbi, ruhu, teni doymuş bir kadının namusuna halel getirebilecek bir durumda olması düşünülemez bile diye ilave edelim, istisnaların olabileceğini fakat kaideyi bozmayacağını da belirtelim. Kadını eve kapatan, eğitim başta olmak üzere, ekonomik, sosyokültürel, siyasi gelişmelerin içine katmak istemeyen, bir anlayışında varlığı ve buna gerekçe olarak yüce dinimiz İslamı gösterenlerin cehaletine ise sadece gülüyoruz. Oysa Hatice Validemiz’in ticaret yapan bir tüccar olduğunu, kervanlarının bile varlığını bilmeyen yoktur. Yine Fatıma Validemiz’in İmamı Ali efendimize halifelik verilmemesine karşı ve Peygamber Efendimizin mirası uğruna giriştiği siyasi mülahazalar, biraz tarih bilgisi olan herkesin malumudur. Aişe Validemizin, en karışık dönemlerde, siyasetin orta göbeğinde olduğu da inkar edilemez bir başka tarihi hakikat değil midir? Tarih seyri içerisindeki örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkün, ama zirve kadınlarda gördüğümüz bu örnekler, sanırım başka başka örneklere hacet bırakmamaktadır. Kaldı ki, kadının elinin değmediği her iş biraz eksiktir diye düşünmekteyiz. Bu yüzden kadınlar günü münasebeti ile kadının dünyamızdaki önemine dikkat çekmek amacı ile bu yazıyı gazeteci iki kadın yazar bir araya gelerek kaleme aldık. Elbetteki her şeyi olduğu gibi, kadını da dünyamızda hem hak ettiği, hem de layık olduğu yere koymalıyız. Bu hususta hudutları zorlamakta, yani layık olduğunun üzerinde bir yerlere konuşlandırmakta uygun değildir diye düşünmekteyiz.. Lakin biz şahsen kadının layık olduğu yere konuşlandırıldığından razı olacağını ve haddinden fazlasını da istemeyeceğini tahmin etmekteyiz. Yine de tedbiri elden bırakmamak gerekir diye ufak yollu bir ikaz da da bulunup, erkek okuyucuların hışmından kendimizi koruyalım. Gelin bu kadınlar gününü ömrümüzde bir milat kabul edelim ve annemiz, kız kardeşimiz, eşimiz ya da kız arkadaşımız başta olmak üzere, hayatımızdaki kadınları mutlu etmeye, kendi kendimize söz verelim ve onlara hiç değilse güler yüzlü, anlayışlı ve şefkatli olmaya gayret edelim. Bundan böyle her günü de Kadınlar Günü olarak kabul edelim. Bu vesile iel bütün okuyucularımız sesleniyoruz; Kadınları, mutluluk vesilemiz ya da hayatımızın bir objesi gibi görmek yerine, evlerimizin sultanı olduklarını, mutlu edilmeye ihtiyacı olan ve bu ihtiyacının tarafımızdan karşılanmasını bekleyen varlıklar olduklarını hatırlayalım. Zira kadının kadri bilindiğinde bize dünyayı da ahireti de cennete çevirebilecek kabiliyette varlıkları olduğu gibi kadri bilinmediğinde de dünyamızı da ahiretimizi de cehenneme çevirebilecek meziyette bir varlıklar oldukalrını unutmayalım.
Ne mutlu kadınların kadrini bilenlere, ne mutlu Onların mutluluğuna vesile olabilenlere...
8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun. Herşey gönlünüzce olsun.
Mutlu kalın...
çok güzel yazıyorsun..allah kuranı kerimde vücut azalarının belli yerlerini örtün diyor...yazdıklarınla yaşadıkların aynıysa sizleri tebrik ediyorum...insanlara yaşadıklarınızı örnek göstererek yazmak hakiki yazmaktır bence..