Einstein “Aslında herkes bir dâhidir. Ama siz kalkıp bir balığı ağaca çıkma yeteneğine göre yargılarsanız, balık tüm ömrünü bir aptal olduğuna inanarak geçirir”
Bilgi bir balığın kavağa çıkma ihtimalinin olmadığını ispat için vardır.
Bilgi güçtür,
Bilgiye erişim özgürlüktür.
Bilgi aptallığın sonudur...
Yıl 1772
Diderot ve d’Alembert’in Ansiklopedi’si Fransız Devriminin ve dünyadaki değişimin düşünsel ateşleyicisi olmuştur. Halkın sefaletini, yozlaşmış ve çürümüş saray hayatını ve despot bir iktidarı, ikiyüzlü din adamlarını, o dönemde Fransa’da, geleneklerin ve manevi değer diye ileri sürülen şeylerin birer aldatmacadan başka şey olmadığını; insanların gözleri önüne, ister istemez seriyordu.
Diderot şöyle diyor:
“Bilgiler, insanoğlu ve bu dünya içindir”
“Gerçekten de Ansiklopedi’ nin amacı şu; yeryüzündeki bölük pörçük ve dağınık bilgileri bir araya getirmek, birlikte yaşadığımız insanlara, bu bilgilerin genel sistemini açıklamak ve bizden sonra gelecek insanlara aktarmaktır. Böylece daha önceki yüzyıllarda yapılmış çalışmalar, daha sonraki yüzyılların işine yarayacak ve daha bilgili hale gelmiş olan torunlarımız, hem daha erdemli ve hem de daha mutlu olacaklar ve biz de insan ırkına yakışır kişiler olarak ölüp gideceğiz”.
Gelecek zamanın daha medeni ve uygar toplumlar yaratması beklenir değil mi?
Bu tarihten yaklaşık yüz yıl sonra Osmanlı' nın aydınlanmaya bakışının nasıl olduğunu
bir kaç örnekle anlatalım:
Yıl 1876
Abdülhamid'in 30 yıl süren istibdadı Osmanlı'nın geri kalmışlığını ilericiliğe en çok ihtiyaç duyulan dönemde katmerlemiştir. İstibdad yönetimiyle anayasal düzene geçişi 30 yıl, Osmanlı'daki ilk üniversitenin açılışını da 24 yıl geciktirmiştir. Bol bol kitap yaktırmasıyla ünlüdür.
Türk tarihinin en önemli devlet adamlarından biri olan; ilk Türk anayasasının mimarı, Osmanlı'ya meclisi getiren, Türk bankacılığının ve gazeteciliğinin temellerini atan Sadrazam Mithat Paşa'yı ilk fırsatta Arap çöllerine sürgüne gönderip orada boğdurmuştur.
Abdülhamid sonrasını da Şair Eşref'in bu dizelerinden anlayın.
Vakt-i, istibdatta söz söylemek memnu idi;
Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı!
Devr-i hürriyetdeyiz şimdi, değişti kaide.
Söyletirler evvela, sonra si***ler ananı!"
150 yıl önce durum buydu.
***
Tarihi 6 Mart 1930' a saralım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün özel kalem müdürlüğü ve genel sekreterliğini yapan, en yakınındaki isimlerden Hasan Rıza Soyak’ın ‘Atatürk'ten Hatıralar’ kitabı Atatürk’ün hayatına ait önemli ayrıntılar ve hatıraları içeriyor.
Hasan Rıza Soyak’ın kitabındaki Atatürk’ün yaşadıkları karşısında 5 dakikalık sinir krizi geçirdiği ve şikayet ettiği ender anlardan birini kaleme aldığı bölümü burada paylaşıyorum
“6 Mart 1930 günü akşamı ikameti için hazırlanan eve geldik. Biraz sonra sofrada buluşmak üzere yanındakilerden ayrıldı. Beni yanına alarak odasına girdi ve kapıyı kapattı. Bir koltuğa yığılır gibi oturdu. Çok yorgun ve sinirli görünüyordu. Bir sigara yaktı: Bunalıyorum çocuk.
Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz.
Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın.
Değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış. Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı.
İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.
Biraz durdu. Gözleri dolmuştu. Elleri hafifçe titriyordu. "Kalk bana kahve getirmelerini söyle de gel" dedi. Anlamıştım. Heyecanını yenmek için yalnız kalmak. Vakit kazanmak istiyordu. Kendisi ilk defa böyle halde görüyordum.
Dışarıda bir kaç dakika oyalandım. Odaya döndüğümde epey sakinleşmişti. Susuyordu. Getirilen kahveyi yavaş yavaş içti. Sonra her zamanki sesiyle konuştu:
Her ne hal ise. Yeise değil, hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur. Halimizi bilmekle cesaretimizi kaybetmemeli.
Ümit ve şevk içerisinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız. Hadi, artık seni bırakayım. Ben de hazırlanıp sofraya ineceğim.
Salondan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Çelik iradeli adamın, velev beş, on dakikalık olsun böyle bir sinir buhranı geçirmesi beni çok sarsmıştı. Günlerce bunun tesiri altında kalmıştım.
Hasan Rıza Soyak - Atatürk'ten Hatıralar.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bu anısına baktığımızda bugün yaşadığımız durumun aslında yeni bir şey olmadığını da görmekteyiz.
***
Tarihi biraz daha ileri saralım.
Yıl 1957.
Adnan Menderes Başbakan.
1950 Mayıs’ından beri DP iktidarda.
İşler iyi gitmiyor, dış borçlar büyük boyutlarda, halk burnundan soluyor...
2 Ocak 1957 tarihli Yeni Sabah gazetesi' nin manşeti
“Trakya’da zengin petrol bulundu!”
65 yıl önce de 65 yıl sonra da
65 yıldır milleti aptal yerine koyan aynı zihniyet,
65 yıldır aynı yalanlarla işi götüren aynı türden yandaş medya,
65 yıldır aynı hikayeye inanan yurdum insanı,
65 yıldır bulunan tek şey, kalitesi artarak devam eden, topraktan ayrık otu gibi biten cehalet.
Yine yine değişen bir şey yok.
Her yeni yıla umutla ama yine trene bakar gibi bakıyoruz ve yılları böyle geçiyor canım yurdumun.
Bukowski özetlemiş aslında: "Nice mutlu yıllara demeyeceğim, çünkü değişen bir şey yok.
Günler aynı,
İnsanlar aynı,
Yalanlar aynı,
Dekorlar ve sahneler aynı,
Kandırılanlar aynı.
Ve yine aynı olacak; sahte kahkahalar,
sıra dışı böğürmeler..
Değişen bir şey yok çünkü;
Hatayı kabul etmek ve aldığı kötü kararların sorumluluğunu almak kimsenin geçmek istemediği kırmızı çizgilerdendir. Bu durum, hataları kabul etmenin bir zayıflık işareti olduğu düşüncesinden kaynaklamaktadır.
Buradan şu sonuca varabiliriz;
“Eğer hatalarımın sorumluluğunu almazsam, onların olmadığını kabul eder ve davranışlarımın sonuçlarına katlanmam. Bundan dolayı, her şeyi yapabilirim.”
"Ben yaptım oldu" düşüncesinin yarattığı egonun, onları daha güçlü kıldığını ve diğer insanlar ve kendi üzerlerinde daha fazla güç sahibi olduklarını düşünmektedirler.
Günün sonunda, “Benim suçum değildi” kandırıldım, tongaya düşürüldüm, ihanete uğradım vs şeklindeki açık bir sorumluluk reddiyle ortaya çıkıyorlar.
"Kedidir o kedi" der gibi sıyrılıp çıkma derdindeler.
Öyle olmuyor mu?
Devam edelim.
Sürekli sistem değişikliği adı altında bir şeyleri değiştiriyorlar, o tutmuyor belki bu tutar diye tekrar değiştiriyorlar.
Tabiri caizse mayın tarlasına mayın eşşeği sürer gibi bir durum yaşanıyor.
Haliyle olan eşşeğe oluyor.
Mayın tarlasın da ne işimiz var diyeceklerine,
Yeni eşşek bulma derdindeler...
Bakmayın öyle!
Beğendiğini paşa yapıyor, beğenmediğinin kaşına, gözüne bakmıyor.
Şair Eşref' in de dizelerinde söylediği gibi,
"Devr-i hürriyetdeyiz."
Deyip önce söyletiyorlar,
Sonra s..........lar ananı...
150 sene sonra da durum aynen budur...
Algıları kapalı bir insanın zeka seviyesi önemsizdir.
Bugün Ahmet gelir yarın Mehmet gider...
Oysa biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek.
Dünyanın salt doğruların var olduğu bir yer olmadığını, aynı zamanda yalanın, kandırmanın, manipülasyonun ve benzeri kötülüklerin de yer aldığı büyük bir sahne olduğunu anladığımız gün değişecek...
Hiçbir siyasi iradenin çığırtkanlığını yapmadan tarafsız bir gözle bakabildiğimiz de ve vicdanımızı karartmadan düşünebildiğimiz de değişecek...
Ve inanıyorum ki;
Kusursuz, sağlam ve yeterli görünme arzusunun liyakat olmayıp kibir olduğunu anladığımız gün her şey değişecek...